ASDER ve Gündemdeki Konular Üzerine FACEBOOK'da Söyleşi (30 Mart 2008)

Adnan Tanrıverdi tarafından yazıldı.

ASDER VE GÜNDEMDEKİ KONULAR ÜZERİNE

FACEBOOK?TA SÖYLEŞİ 

(facebook" içerisinde açılmış olan ve 11000 üyesi bulunan  "Başörtüsüne Özgürlük!?  ?Freedom for headscarf, kopftuch, foulard, voile!" grubunun temsilcisi Türca Tunca?nın -Bilgi Üniversitesi Öğrencisi- teknik yardımı ve Meryem Demirhan?ın-Boğaziçi Üniversitesi Öğrencisi- soruları ile internet ortamında ve grup üyelerinin de katılımı ile, 30 Mart 2008 günü 2000:2300 saatleri arasında bir söyleşi gerçekleştirilmiştir.)  

 

Meryem Demirhan (M.D.) : "Asder" açılım olarak "Adaleti Savunanlar Derneği". Genel itibariyle çalışmalarınızın ne tür adaletsizliklerin üzerine gitmek, dikkati çekmek yönünde? Derneğinizin ana hatlarıyla kimliğine, faaliyetlerine dair açıklamalar alabilir miyiz? 

Adnan Tanrıverdi (A.T.): Böyle bir söyleşiyi planladığını için teşekkür ediyorum. Bilgisayarları başındaki  değerli üyelerinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum.

Adaleti Savunanlar Derneği 07 Nisan 2000 tarihinde kurulmuştur. Kurucu üyeleri ve derneğin üye gövdesi; 28 Şubat süreci olarak değerlendirilen, ama TSK?de 28 Şubat 1997 tarihinden de önce başlayan (1993) süreç içinde inançları nedeniyle, tasfiye işlemine tabi tutulan asker kökenli kişilerdir.

Haksızlığa uğrayanlar, tasfiyelerin yoğun olarak başladığı 1995 yılından itibaren, birlikte hareket etmek ve mağduriyetleri önlemek adına, yoğun toplantılar, istişareler yaptılar ve arayış içinde oldular. Sonunda 2000 yılında dernekleştikleri zaman; özelde hak arama, kuruluş  amaçlarından biri olmakla beraber, üyeler sadece kendi haklarını talep etmenin milletin ve devletin sorunlarının çözümü için yeterli olmadığını gördüler.

Derneğimiz; her kuvvette, her sınıfta, her rütbede TSK?de başarı ile ve emsaline örnek teşkil edecek şekilde  görev yapmış, savaş eğitimi almış, kritik vazifelerde bulunmuş,  inançlarını yaşamak için Silahlı Kuvvetlerden çıkarılmayı ve bir seri mağduriyetleri yaşamayı göze almış, yetenekli, inancı için dünya menfaatlerini ikinci plana atabilen,  devlet adamı nitelikleri de bulunun üyelerin ve destekçilerinin himmetleri ile kurulmuş ve varlığını devam ettirmektedir. ASDER, bağımsız olarak, güvenlik politikaları belirleyip değerlendirme potansiyeline de sahip bir dernektir. Bu nedenle faaliyetleri mağdurların hakkını arama gayretleri ile sınırlı değildir. Milli Politika ve Stratejilerin geliştirilmesinde, tehdit algılamasında ve değerlendirmesinde, askerî, siyasî, ekonomik ve sosyo-kültürel konularda da ASDER?in söyleyecekleri vardır.

28 Şubat sürecinde, başlangıçta sadece Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları mağdur edilirken, darbe yerleştikçe haksızlıklar devletle ilişkili olan her kesimi kapsamaya başlamış ve milletin ?Dini Hayatı? na yasaklar getirilmiştir. Bu menfi gelişmelerin boyutunu hakkıyla  kavrayan ASDER, kuruluş amaçlarına da uygun olarak, gayretlerini beş ana konuda yoğunlaştırmıştır. Faaliyetleri:

Olarak özetlenebilir.

 

M.D. : Biliyoruz ki 'Asder' in bir çok üyesi asker kökenli, askeriye ile ilişiği bazı adaletsiz uygulamalar ile  kesilmiş  kişiler. Kısacası YAŞ mağdurları. "Ben Disiplinsiz Değilim" isimli derneğiniz tarafından basılmış olan kitapta YAŞ kararıyla ordudan atılmış bazı kişilerin hikayeleri ele alınmakta. Bu kitapta görüyoruz ki bu insanlar atılma süreci öncesinde ve sonrasında tam bir adaletsizlik ve mağduriyet içerisindeler. Peki YAŞ kararıyla ordudan çıkarışmış birinin bu kararı sorgulatabileceği bir merci yok mudur? Kişilerin dosyaları  YAŞ'ın masasına gelmeden önce nasıl bir yargılama süreci işler, işler mi? 'Yüksek Askeri Şura'dan, oluşumundan ve işleyiş yönteminden bahsedebilir misiniz? 

A.T.: Gerçekten, yasal bir suç isnat edilmeden, yargılanmadan, yargıya baş vurma hakları da ellerinden alınarak, geçtiğimiz süreçte, 1626 subay ve astsubay YAŞ Kararları ile TSK?lerinden tasfiye edilmiştir.

TC Anayasasının 125. maddesine göre YAŞ Kararları yargı denetimi dışındadır. Bu nedenle, YAŞ Kararları ile ihraç edilen asker kişilerin haklarını arayabilecekleri bir iç hukuk mercii bulunmamaktadır. İlk mağdurlardan, zannederim 14 arkadaşımız, AİHM?e başvurmuştu. İnanca dönük başka mağdurlarda olduğu gibi, bu arkadaşlarımızın başvuruları da esastan dahi incelenmeden reddedilmiştir.

Ayırma işlemi tamamen bir idarî işlemdir. Silahlı Kuvvetlerimizde yeterli yargılama sistemi (amirlerin cezalandırma yetkisi, Disiplin Mahkemeleri, Askeri Mahkemeler, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) varken, disiplin ve askeri ceza Kanunları mevcut iken, YAŞ?a getirilmeden de idarî yönden re?sen emekli etmek de mümkün iken, bütün bu imkanlar devre dışı bırakılarak, kişiler YAŞ Kararları ile ayırma işlemine tabi tutulmaktadırlar.

Kuvvet Komutanlıkları emir-komuta sistemi dışında da, haber alma kanalları oluşturmuşlardır.

Bu kanallar ve sıralı komutanlıklar vasıtası ile eşi başörtülü veya inançlarını hayatına uygulayan subay ve astsubaylar tespit ediliyor.

Yakın komutanları ve çevresi tarafından, eşlerine ve kendilerine baskılar uygulanıyor, tecrit ediliyor, bir kısım kritik sayılan görevlerden mahrum ediliyor,  davranışlarını düzeltmeleri için ikazlar yapılıyor.

Bunlar sonuç vermeyince işlem başlatılıyor. İşlem, ya Kuvvet Komutanlığından gelen emirlerle, ya da şahsın yakın sıralı komutanları tarafından başlatılıyor.

İşleme; Anayasanın 125. maddesi, 1612 sayılı Yüksek Askerî Şûra Kanununun 3 e. maddesi, 926 Sayılı TSK Personel Kanununun 50 c,d ve 94 b,c maddesi, Subay Sicil Yönetmeliğinin 91. , Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 60. Maddesi dayanak yapılmaktadır.

a)      Subaylar için: Milli Savunma (Jandarma için İçişleri Bakanı) Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanının onayı ile;

b)      Astsubaylar için ise, Milli Savunma (Jandarma için İçişleri Bakanı) Bakanının onayı ile işleme sokulmaktadır.

Yani inançları nedeniyle tasfiye edilen askerî personelin ayırma işlemlerinde son söz YAŞ?ın değil, siyasî kadrolarındır. Bu işlemlerde bir vebal var ise, siyasîler buna ortaktır. Hatta, daha fazla sorumlulukları bulunmaktadır.

 

M.D. : Bizim grup olarak üzerinde durduğumuz başörtüsü mağdurlarından bir kesim TSK mensuplarının eşleri. Herhangi bir TSK mensubunun eşinin başörtülü olduğunun tespit edilmesi halinde kesinlikle TSK ile ilişiği kesildiği söylenebilir mi? Annesi veya kız kardeşi başörtülü olanlar için de durum böyle midir? Kişilerin denetlenme sürecinde yaşadıklarından kısaca bahsetmek gerekirse nelerdir? 

A.T.: Silahlı Kuvvetlerde eşi başörtülü olan subay veya astsubaya, ?yasa dışı bir örgüt üyesi ile evli bulunma? suçunu işlemiş gözü ile bakılır. Yani başörtülü eşe, Laik Cumhuriyeti yıkmayı amaçlayan bir örgütün üyesi gözü ile bakılır. Özellikle 28 şubat sürecinin yoğun baskılarının yaşandığı dönemlerde, subay ve astsubayların yüzlerine karşı, yakın amirleri tarafından bu suçlamaların açıkça yapıldığı olmuştur.

Subay ve astsubaylara, başı örtülü eşinden ayrılması için, yakın amirleri tarafından telkinler yapılır.

Eşinin durumunu tespit amacına dönük olarak, mutat ve sıkça yapılan sosyal etkinliklere askeri personelin eşli olarak katılması istenir. Katılmayanlar zorlanır. Bu tür toplantılarda, alkol almayanlara da dikkat edilir.

Lojmanda oturuluyorsa, başı örtülü eş, komşuları tarafından tecrit edilir, komşuluk ilişkileri kesilir, evinin dışına çıkamaz hale getirilir. Lojmanlara giriş çıkış, lojmanların kantin ve diğer sosyal etkinliklerinden yararlanması kısıtlanır. Subay/astsubay eşlerine verilen sağlık karnesi ve askeri kimlik belgesi, başörtülü fotoğraf veren eşlere verilmez.

Anne ve kız kardeşin başının örtülü olması, içinde bulunanlar için  ayırma sebebi değildir. Ancak, Silahlı Kuvvetlerin profesyonel kadrolarına yeni alınacaklar için engeldir. Görevde bulunanların tesettürlü akraba ve yakınlarının ziyaret amaçlı da olsa, lojmanlara girmeleri belli şartlara uymaları ile mümkün olabilmektedir. Zaten, görevdeki subay/astsubay da tesettürlü yakınları ile ilişki ve irtibatlarına titizlikle dikkat etmek durumundadırlar.

 

M.D. : Bütün bu yapılanlar "başörtüsünün sadece kamusal alanda yasak olduğu" yolundaki
argümanlarla ne derece uyuşuyor? TSK'de namaz kılmak vs. gibi dindarlık alametleri ne  zamandan beri ihraç gerekçesi olarak değerlendirilmeye başlandı?
 

A.T.: Başörtüsü sadece simge olarak görülmektedir.Esas kısıtlama milletin dini hayatı üzerindedir. Milletimizin dini hayatı üzerindeki yasakların, merkezinde Türk Silahlı Kuvvetleri bulunmaktadır. Diğer odaklar gücü, Silahlı Kuvvetlerin bu husustaki kararlılığından ve ısrarından almaktadır. Hiçbir hukukî gerekçesi olmadığı halde; sadece ideolojik , yani ?İslâmî Dinî değerlerin? yaşanmasını devlete tehdit olarak değerlendiren bir kadronun Silahlı Kuvvetlere hakim olması sonucunda bu yasaklar, Silahlı Kuvvetlerimizin bünyesinde ve buradan hareketle ülkemizin diğer kesimlerinde uygulamaya sokulmuştur. Müdahalelerin sebebini ve yasakların konulmasını aşağıdaki sebeplere bağlayabiliriz:

Silahlı Kuvvetlerin üst kademeleri dindarlığa hep mesafeli olmuştur. Ancak, Anayasanın 125. maddesine, YAŞ kararlarını yargı denetimi dışına çıkaran fıkranın ilave edildiği 1982 tarihinden itibaren dindarlık ayırma sebebi yapılmış; fakat, Varşova Paktının yıkılmasından  sonra, NATO Genel Sekreterinin ağzından İslam Dünyası NATO?nun düşmanı ilan edildiği 1993 yılından itibaren, inançları nedeniyle askeri personelin yoğun olarak tasfiyesine başlanmıştır.

 

 

M.D. : Bir çok adaletsizliğin temelini oluşturan, 28 Şubat  post-modern darbesi olarak isimlendirilen bu darbe  sizce kime karşı ve niçin yapıldı? 

A.T.: 28 Şubat, Millete karşı, milletin manevî değerlerine karşı yapılmış bir darbedir.

Ülkemizde İslâmın yükselen bir değer olduğu ve orta vadede, inançlı ve eğitimli kadroların devletin yönetimine gelecekleri  görülmüş, bu durumu tespit eden dış odakların endişeleri, bir kısım egemen iç odaklar tarafından da paylaşılmış, bunun sonucu olarak da, Devletin güvenlik ve bekasını sağlama amacıyla, müdahaleler yapılarak, yasaklar konularak, milletin büyük bir bölümüne düşman muamelesi yapılmış, bu yersiz korku ve endişelerle millete de devlete de zarar verilmiştir. 

 

M.D. : 28 Şubat sürecinde ekranlarda, gazetelerde sergilenen, post-modern darbeyi destekleyen şeylerin(irtica başlığı altında) bir de arka planı vardı tabii. Siz, o dönemdeki medyayı ve 'sergilenen oyunlar' olarak nitelendirebileceğimiz  durumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok planlı hazırlanmış bir süreç yaşadık gibi duruyor, siz ne dersiniz? 

A.T.: Kendi halkımızın ve dost ülkelerin duygu ve düşüncelerini istenen istikamete sevk etmek için yapılan faaliyetlere ?Psikolojik Harekât? denir. Silahı propaganda, vasıtası ise basın ve yayındır.

Bu faaliyetler düşmana karşı yapılırsa ?Psikolojik Savaş? adını alır.

Maalesef, 28 Şubat 1997 öncesi ve sonrasında ?Psikolojik faaliyetler?, beyaz, gri ve kara propagandanın her türlüsü acımasız bir şekilde uygulandı. 

Bu faaliyetler sonucunda, ne olup bittiğinden habersiz olan milletimizin büyük kısmının kafası karıştırıldı. Bir kısmı mütedeyyin insanların aleyhine döndürüldü. Büyük bir kısmı da tereddütte ve hareketsiz bırakıldı. Yani millet kandırıldı. %85?inin kafası karıştırıldı

Milletin bu kafa karışıklığından istifade ederek de, müdahaleler uygulamaya sokuldu, hükümet yıkıldı, Meclis aritmetiği değiştirildi, yeni seçimde Meclisteki oy dağılımı etkilendi ve en önemlisi de inançlı kadrolar tasfiye edildi ve yenilerinin  önlerinin kesilmesini sağlayacak yasaklar konuldu ve yerleştirildi.

 

M.D. : Başörtüsü yasağının giderilme çabası konusunda geldiğimiz şu noktayı ve yasağın geçmişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasa mahkemesinin alacağı karar ne gibi sorunlar oluşturur, eğer bir sorun oluşursa giderilmesi ne yöndedir? Yasa şu anki haliyle köklü bir çözüm için yeterli mi? 

A.T.: Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklik, yeterli olmamakla beraber, yasakların kalkması için yapılması gerekenler konusunda iyi bir uyarıcı ve durumu test etme imkanı verdiği kanaatindeyim.

Ayrıca, yeni anayasa çalışmaları ile birlikte, üniversitelerde başörtü yasağının kaldırılması için başlatılan girişimin, Yargıtay Başsavcısının, parti kapatma davasının açılması girişimini tetikleyen bir etki yaptığını düşünüyorum.

Gelinen noktayı azımsayıp küçümsememek gerekir. Bunun için 28 Şubat 1997 bunalımı ile başlayan geçmiş 10 yıla kabaca bakmak yeterli olacaktır.

1997?den 2002 yılına kadar:

YASAKLARIN konulması ve uygulamasının takipçiliğini yapıyorlardı. Millet ve STK?ları da bu gelişmelere direnç gösteremiyorlardı.

İlk iyileşme:

2007 Kırılma Yılı Oldu:

Tabii ki, müspet rüzgarın esmesine, üst bürokrat kadrolarına yapılacak atama yetkilerinin yasakçı zihniyetin elinden alınmış olmasının da önemli etkisi olduğunu unutmamak gerekmektedir. Çünkü, Dayatmacı güçlerin dayatmalarını yapabilmeleri için Birinci dayanak  ideolojik KADROLAŞMA, ikinci dayanak MGSB?ni de içeren Anayasal ve Yasal MEVZUAT, üçüncü dayanak da bozuk istikrar yani KONJONTÜR dür.

Dayatmanın dayanakları yasakçıların elinden alınmaya başlanmıştır.

Geçmişte ortamı gerip istikrarı bozmaya dönük eylemleri yaptığı anlaşılan çetelerin devlet içinde savunucusu kalmadığından, şüpheli kişiler yargı önüne getirilebilmiştir.

Parti kapatma ve yasakların kaldırılması ile ilgili yasal düzenlemelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurma girişimlerini, çaresizliğin son çırpınışları olarak değerlendirmek gerekir.

Kararlı ve cesur davranıldığı takdirde, güzel günlerin yakın olduğuna inanıyorum.

 

Anayasa Mahkemesinin Anayasa Değişikliği Hakkındaki tutumuna gelince; parti kapatma davası ile de sıkı sıkıya ilişkili olan bu durumda; değişiklik iptal edilirse karar yasal ve hukuki olmaktan ziyade, ideolojik ve siyasi bir karar niteliği kazanacak ve zorlama bir karar olacaktır.

Tabii ki bu durum, uygulamayı sürdüren bütün üniversitelerde yasakların devamı anlamına gelecektir.

Ancak unutulmamalıdır ki, bu durumun yasakların pekişmesi anlamından ziyade, Anayasa Mahkemesinin Milletin isteklerine cevap veremeyen, hukuki normları zorlama yorumlarla yasakçı zihniyetin kontrolüne giren bir güç haline geldiği anlamını güçlendirecektir.

Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesini de Anayasa Mahkemesi engellemişti.  Sonuç malum.

Anayasa Değişikliği TBMM?de %80?ne varan bir çoğunlukla kabul gördü. Yapılan anketlerde de benzer sonuçlara ulaşıldı.

Bu kabul karşısında, değişiklik aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil hiçbir kurumun açıkça tavır alması akıllıca görülmemektedir.

Aksi halde hem itibarları ve güvenilirlikleri ortadan kalkar, hem de yeni Anayasa çalışmalarının daha tepkili hazırlanıp, daha büyük çoğunlukla kabulüne sebep olur. Yeni Anayasanın oylanması mahalli seçimlerle birleştirilir ise; belediye başkanlığı ve mahalli meclislerin oy dağılımını, genel seçimlerde olduğu gibi, yasakçıların aleyhine etkiler.

Belki Temel Hak ve Özgürlükler alanında daha ileri düzenlemelere sebep olur.

Yani Anayasa değişikliği kabul edilse de iptal edilse de mücadele bitmemiştir. Milletin dini hayatı üzerindeki yasak ve kısıtlamaların bütün olarak kaldırılmasını sağlayacak yeni bir tepki Anayasasına ihtiyaç vardır.

Meşru zeminlerde, kararlı ve cesaretli bir şekilde haklı meselelerin savunulmasına devam edilmeli, milletten oy alanların milletin isteklerini yerine getirecek girişimlere öncelik vermeleri için zorlanmalıdır.

Bununla ilgili konularda kendi internet sitemde 11 makale yazmışım. İlgilenen arkadaşlarımız, web sitemizde Başörtüsü Sorunu bölümünden takip edebilirler.

 

M.D. : Bu günlerde derneğinizin ve uzun zamandır başörtüsü  yasağına karşı durma mücadelesi vermiş olan bir çok derneğin, bu yasağa karşı ortak bir platformda bazı çalışmalar için birleştiğinin haberlerini aldık. Bu ortak platformda yapacağınız çalışmalar ne yönde olacak, yapılması düşünülenler ne? 

A.T.: 28 Şubat sürecinde getirilen yasaklardan dolayı, Devletle direkt veya endirekt ilişkide bulunan, yani hizmet veren ve hizmet alan muhtelif kesimler, birer birer, hatta her biri  kendi içinde pilot müesseseler seçilerek mağdur edildi. Yasağın kapsamına alındı. Mesela, Silahlı Kuvvetlerde tasfiyeler başladığında hiçbir kesimden tepki olmadı. Sonra iktidara yönelindi. Sonra özel okullarda, sonra birkaçına öncelik verilerek imam hatip okullarında, sonra üniversitelerde, sonra birer birer ilahiyat fakültelerinde yasaklar uygulandı. Sonra temel eğitim 8 yıla çıkarılarak imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Bu arada, Üniversite öğretim üyeleri arasında, orta eğitimde, yargıda, mülkiyede tasfiyeler adım adım uygulandı. Yasakları destekleyen mevzuat geliştirildi.

Bütün bu mağdur kesimler için hak arama amaçlı gayretler oluştu. Bu gün baktığımızda bir çok dernek ve vakıf, inançlar üzerine yapılan baskılara karşı mensuplarını korumak için faaliyet göstermektedir. Çok faydalı çalışmalar da yapmaktadırlar. Ama her birinin çalışması kendi alanına yönelik. Halbuki, dayatma ve yasak uygulamaları belirli merkezlerden ve ittifak halinde çalışılarak yapılıyor.

Bu nedenle, ASDER?in öncülüğünde başlangıçta 16 vakıf ve derneğin oluşturduğu, ?Temel Hak ve Özgürlükler Platformu? (TEHÖP) adı altında bir üst kuruluş oluşturuldu. Etkinliklerine 30 yakın gönüllü kuruluşun da destek verdiği bu platform, şimdilik haftada bir toplanarak, temel hak ve özgürlükler konusundaki gelişmeleri değerlendiriyor. Yasakların kalması için yapılan mücadelede uygulanması gereken esas, prensip ve tepkileri benimsiyor. Tespit ettiklerini güç ve gayret birliği ile uygulama alanına sokuyor.

TEHÖP Yeni Anayasanın özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasına imkan verecek şekilde çıkması için çalışmalarını, Anayasanın kabulüne kadar çalışmalarını devam ettirme kararı vermiş bir gönüllü teşekküldür.

İlk toplantısını 14 Ocak 2008 tarihinde yapan Platform, teşkilinden bu yana yaklaşık her hafta bir basın toplantısı yaparak meselelere yaklaşımını kamu oyu ile paylaşmış, üniversitelerdeki baş örtüsü yasağına karşı öğrencilerin yasal haklarını ve meşru girişim usullerini belirleyen bir broşür hazırlayarak, 30 bin adet bastırmış ve öğrencilere dağıtmış, ihtiyaç duyan ve müracaat edenlere hukukî yardım sağlamış, bu konuda paneller düzenleyip icra etmiş, parti kapatma ile ilgili tepkisini kamu oyu ile paylaşmıştır.

Amaç, gayretlerin birleştirilmesini ve Yeni Anayasanın inanç özgürlüklerinin önünü açacak ve milli iradenin hakimiyetine imkan verecek şekilde hazırlanmasını sağlamaktır.

 

M.D. : Derneğinizin yayınlarında da üzerinde çokça durduğunuz kavram 'Milli iradeye saygı' noktasında. Hatta, bu konuda düzenlemiş olduğunuz panel var. Sizce bugün bu kavramın içi ne kadar dolu olarak yaşanıyor. 28 Şubat'tan  günümüze bir genel değerlendirme alabilir miyiz? 

A.T.: İki kaptan bir gemiyi batırır. Ülkemiz çok kritik bir coğrafyada bulunuyor. Tarihe baktığımızda, bizim vatanımızda kurulan devletlerin ve egemenliklerin isimlerini sayamayız. Bunların hepsi iyi yönetilemedikleri için tarih sayfalarına gömülmüştür.

Anayasal her kurum, başta TSK, YÖK ve Yargı sanki ayrı bir devletmiş gibi görev yapıyor. Asıl olanın Millet olduğu gerçeği unutularak, yetkiler kullanılıyor.

Bu durum da,  Yönetimden esas sorumlu olanların tutuk davranmasına sebep oluyor, iç ve dış meselelerde devlete yaraşır cesaretle karar alabilmelerini engelliyor.

Ülkemiz milli iradeyi hakim kılabilirse, Türk ve İslâm aleminin lideri, daha güçlü bir dünya devleti konumuna çıkabilir. Bu nedenle Milli iradenin hakimiyeti üzerinde duruyoruz.

28 Şubattan bugüne gelişmeler hususunda yukarıda, 7. maddede yaptığımız açıklamalar yeterlidir sanırım. Şu kadarını ilave edeyim. Türkiye 1997?lerin Türkiye?si değildir. Fiili müdahalelerin zamanı geçmiştir. Meşru düzeni yıkmaya yönelik her girişim, nereden gelirse gelsin, artık karşısında milleti bulacaktır. Sivil Toplum, dayatmaları kabul etmeyecektir. Bu nedenle, milletin iradesini teslim ettiği siyasiler, yetki ve sorumluluklarını sonuna kadar kullanmalı, önce Allah?a (CC) sonra da millete hesap vermeye hazır olmalılar.

Silahlı Kuvvetlerimiz, milletin çoğunu karşısına alamaz. Ama bu fiili darbe potansiyeli yok demek değildir. Bu gün silahlı Kuvvetlerin Komutasını elinde bulunduranlar, gelişmeleri içlerine sindiremeseler de, aklı selim sahibi, ve sağlıklı değerlendirme yapabilen Komutanlardır. Bu makamlara maceracı birileri geldiği zaman, kargaşa yaşamamak için, Silahı Kuvvetlerdeki ideolojik kadrolaşmanın bozulması ve zihniyetin değişmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de öncelikle, YAŞ Kararları ile, inançlı insanların hukuk dışı tasfiyelerine son verilmelidir.

 

M.D. : Görüyoruz ki bugün çökertilmeye çalışılan çetelerin üyelerinden hatta ele başı diyeceğimiz kesimler asker kökenli.bunlara asker kökenli sivil darbe çabalarıdır diyebilir miyiz? 

A.T. : Aslında bunları 28 şubatın kalıntıları olarak değerlendirmek daha uygun olur.

Hatırlarsanız geçtiğimiz yılda Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanının günlüğünde 2004 yılında Kuvvet Komutanları arasında darbe planlarının yapıldığına dair bilgiler yayınlandı.Bu bilgilerin içerisinde üniversitenin,toplumun darbeye hazırlanması gerektiğine dair düşünceler de vardı.

Muhtemelen bugün karşımıza emekli askerlerin içinde bulunduğu çeteler o zamanın görevli kadroları tarafından korunan kişiler olabilir. Arkasındaki güç nedeniyle gerek Susurluk davasında gerekse daha sonra ve de Danıştay baskınından sonra haklarında adli işlem yapılamayanlar, bugün tutuklu olarak yargılanmaktadırlar. Demek ki kendilerini koruyan yetkili kişilerin devletten ayrıldıklarının işaretidir.

Dolayısı ile gelişmelerin bir darbenin habercisi olarak değil de, gayri meşru teşekküllerin tasfiye edildiği bir harekat olarak değerlendirmek lazım.

Çok da üzerinde durulmaması, istikrar ve huzur için, gerektiği kanaatindeyim.

 

Dilşad Girit: Sizce AİHM TSK dan inançları nedeniyle ihraç edilenlerin davalarını neden ret ediyor? Bunun teknik nedenleri mi var yoksa ideolojik bir tavır mı sizce? 

A.T.: İdeolojik bir tavır olarak kabul ediyorum. Çünkü ülkemizden giden inançlarından dolayı mağdur edilmiş başkalarının (Leyla Şahin, Refah Parti davası gibi..) davaları da aleyhte sonuçlanmıştır. Aslında kendi ülkemizde bulamadığımız adaleti, bu konuda, inancı bizden farklı olan  yabancı kurumlarda aramanın da pek mantığı olmasa gerek.

 

Meryem Demirhan: Başörtüsü yasağının giderilme noktasında oluşturulan yeni yasadaki maddenin şu anki haliyle köklü bir çözüm için yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? 

A.T. : Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklik yeterli olmamakla beraber yasakların kalkması için yapılması gerekenler konusunda iyi bir uyarıcı ve test etme imkanı verdiği kanaatindeyim.Tabi ki dini hayat üzerindeki bütün yasak ve kısıtlamaların kaldırılması hedef alınmalı ve yeni anayasa çalışmasına öncelik verilmelidir.

Şunu da unutmamak gerekir; 2007 yılı gerek milli iradenin hakimiyeti, gerekse dini hayat üzerindeki baskıların kaldırılması için kırılma yılı olarak değerlendirilmeli ve yasakların kaldırılmasıyla ilgili adımlar oluşan muhalefete, kaos yaratma girişimlerine aldırmadan kararlı ve cesurca atılmalıdır.

28 Şubat sürecini düşünürsek yasama kurumu, icra ve cumhurbaşkanı tamamen manevi değerlerimize sahip yasakların kaldırılmasını isteyen düşünce sahipleri tarafından doldurulmuştur.

Bugün anayasa mahkemesi kendisine gönderilen değişiklikleri iptal etse dahi, artık bu yola girilmiştir.Yeni bir Anayasayla hizmet verenlere de örtünme özgürlüğü getirecek şekilde düzenlemeler olması zorunludur.

 

Dilşad Girit: Peki bu yeni anayasa teşebbüsü darbe ihtimalini güçlendirmezmi? 

A.T. : Bugün fiili askeri darbe imkanı yok denecek kadar azdır. Çünkü TSK milletin büyük bir kısmını karşısına almaz. Ama mevcut gidişatı içine sindiremeyen bir potansiyelin Silahlı Kuvvetlerde mevcudiyetini belirtmek isterim. Bu nedenle, istikrarı bozucu ve anayasa değişikliği ile diğer yasakların kaldırılması konusundaki gelişmeleri engellemek için yapılan, girişimleri kendisi açıkça devreye girmeden destekleyebilir. Oluşan muhalefeti dikkate alır da, hakların verilmesi için yapılacak teşebbüslerden geri adım atarsak, darbeyi biz kendi kendimize yapmış oluruz. Cesaret ve kararlılıkla doğru bildiklerimizi imkan ve yetkiler kullanılarak gerçekleştirilmelidir.

 

Dilşad Girit: Bildiğim kadarıyla 28 Şubat sürecinden önce de birçok subay inançları dolayısıyla ordudan ihraç ediliyordu. Burada merak ettiğim iki şey var. TSK bu türden kararları almaya hangi etkenlerin sonucunda hangi dönemden itibaren almaya başladı. Bir de ASDER türünden bir yapılanma için neden 2000 yılı beklendi? 

A.T. : Yoğun şekilde ihraç işlemleri 1995 yılının Aralık ayında toplanan Şura ile   başlamıştır. O zaman ayrılan subay ve astsubaylar fevkalade zor şartlar içerisinde kaldılar, hayatlarını idame ettirme, bir iş bulup çakışma konularında büyük sıkıntılar yaşadılar.Uğradıkları büyük haksızlığın üzerine bu sorunlar da binince, Türkiye?nin her tarafına dağılmış bulunan bu insanlar, 1996 yılından itibaren İstanbul?da periyodik toplantılar yaparak, dernek mi kuralım, vakıf mı olalım, bir yardımlaşma sandığı şeklinde mi, faaliyetlerimizi sürdürelim merkezinde müteaddit girişimlerde bulundular. Ancak 2000 yılında derneklerini kurabildiler. Dernek kurmak pek de kolay olmadı.

 

Necip Fazıl Kurt: Adnan Beye hürmetler: 1) Geçenlerde Yarbaylıktan kendi isteğiyle emekli olan bir komutanın kaleme aldığı bir kitabı okudum. Kitap Abdülhamid'in Süvari alayları ile GKK? larını karşılaştırıyordu. Kitapta Milli Duruş gördüm. Buradan hareketle şunu sorayım: TSK?nin bütünüyle eleştirilmesini ve cuntacı sayılmasını nasıl karşılar Adnan Bey. TSK?de milli yaklaşım sahibi subaylar yok mudur?


A.T. :
Devleti birinci plana alarak bir kısım manevi değerlerin devlet için tehdit olduğunu düşünen seküler milliyetçi diyebileceğimiz bir ideoloji bugün silahlı kuvvetlerin komuta kademesine ve hatta profesyonel kadrolarına hakimdir. Dolayısıyla potansiyel olarak manevi değerleri güçlü kişi ve yönetimlerin iş başında olmasını tehdit olarak görüyorlar. Bugün fiili darbe ihtimali var demek doğru olmaz. Çünkü silahlı kuvvetler milletin büyük bir kısmını kendi karşısına almayı kesin olarak istemez.

 

Necip Fazıl Kurt: İkinci bir sual tevcih etmek istiyorum: 2) Türkiye'nin temel meselelerinden olan Güneydoğu sorununda TSK?nin tavrını özgürlükler bağlamında değerlendirir misiniz? Kuzey Irak'taki Kürt devletine TSK?nin karşı olması, sözünü ettiğiniz seküler-milliyetçi grubun marifeti midir, yoksa bir devlet politikası mıdır? Adaletten yana bir yaklaşım nasıl olmalıdır? Konu dışındaysa cevaplamayın. Ama sizi bulmuşken sormak istedim.. 

A.T. : Güneydoğu sorununa bütünüyle bakmak çözümün yarısıdır. Siyasiler sorunu askere havale etme kolaycılığını seçiyor. Askerlerde, meseleye dar ve aşırı milliyetçi açıdan bakıyor.

Askeri gayretler Güneydoğudaki sorunu bitirmeye yetmez. Aslında mesele bütün boyutlarıyla bölgenin mahalli ve diğer temsilcilerinin de bulunduğu TBMM de teşkil edilecek bir komisyon tarafından masaya yatırılıp her sorun tek tek dillendirilip, imkanlar içinde, TBMM tarafından çözümlenmelidir.

Bir Kürt milliyetçiliğinin olduğu doğrudur ama bunların ayrılıkçı bölümü mevcutlarının % 10 unu geçmez. Hepsine bölücüymüş gözüyle bakmak devletin yanlışıdır.

Kuzey Irak?ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkiye kendi iç güvenlik sorunlarını çözdüğü takdirde, Türkiye?ye tehdit olamaz. Nasıl ki bağımsız bir Azerbaycan devleti varken İran Azerbaycan?ı ona bağlanmıyorsa, nasıl ki KKTC Türkiye ye bağlanmıyorsa, bu tür örnekleri çoğaltabiliriz, Kuzey Irak?taki dört milyonluk bağımsız bir Kürt devletine de, Türkiye?nin Güneydoğusunun bağlanmasından korkmak, güçlü ve dünya devleti Türkiye?ye yakışan bir düşünce değildir.

 

Necip Fazıl Kurt:  Son bir soru ile çekileyim. 3) Geçen yıl ESAM tarafından düzenlenen bir sempozyumda biz bütün askeri müdahalelere karşı olduğumuzu belirten bir yaklaşım ortaya koymuştuk. Siz de oradaydınız. Zaten 1 ay sonra da e-muhtıra olayı patlak verdi. Siz bütün askeri darbelere karşı mısınız? Yoksa, içlerinde zorunlu olduğunu düşündükleriniz var mı?

Teşekkürler

 

A.T. : Hatırladım Necip Bey, sempozyumu da siz yönetmiştiniz. Güzel sorularınız için teşekkür ederim.

Askeri darbe ve müdahalelerin bütününe karşıyım. 27 Nisan 2007 Genelkurmay internet bildirisine ilk tepkiyi, şahsım ve asder olarak, aynı gecenin sabahı saat 05'te internet sitemizde yayınladık. Bütün siyasi kadrolara gönderdik. Basına duyurduk. Arzu edilirse bu bildirimiz (web sitemizde) Genel Kurmay Bildirisi Kabul Edilemez  ve http://www.asder.org/turkce/duyurular.aspx?id=81 adreslerinde  bulunabilir.

 

Dursun Taşçı  : Vatanın sorumlu kurumları görmezden geldiğinde, askerlerimiz neden devreye girmedi? Ben, yasal olmayan bir darbeyi yaparken, önce bunun hesabını sorarım ki. Halk desteğini arkama alayım. Ben bunu çözemiyorum. Hem de Milletin inançlarını karşıma alıyorum. Bu nasıl bir güç ki, kolaylıkla işin içinden sıyrılıyorum?

A.T. : Size katılıyorum.

Ama, askerler darbe yaptığı veya iç politikaya müdahale ettiği zaman, milletin de kendi gibi düşündüğünü zannediyor. Tabii müdahaleler, ekonomik gerekçeden ziyade, ideolojik temellere dayanıyor. Yani daha ziyade siyasi sebeplere dayanıyor.

Ekonomideki bozukluklar, milletin darbecilerden ümit beklemesine sebep olduğundan müdahaleleri hazırlayan etkenler arasındadır.

Askeri darbelerin arttığı dönemler milli iradenin temsilcilerinin ve devlet yönetiminin zafiyete uğratıldığı dönemlerdir. Askerler meslekleri icabı riski göze alırlar, sivil yöneticiler de hayati riski göze alarak yetkilerini ve sorumluluklarını sonuna kadar yerine getirebilseler, darbecileri yargılayabilirler ve girişimleri önleyebilirler.

Fiili bir grişim olmadığı halde tehditlere ve kuru gürültüye pabuç bırakmasalar ve dik  dursalar darbeler de olmamış olur. Maalesef uygulanan psikolojik harekat çoğu zaman etkisini yapıyor ve  sorumluları teslimiyete sevk ediyor. Bu da devletin düzenini alt üst ediyor.

 

Meryem Demirhan: Arkadaşlar aciliyet kesbeden başka bir soru yoksa söyleşi için ayırdığımız sureyi doldurduk.

Bize değerli vaktini ayırdığı için Adnan Bey`e ve katılımlarından dolayı arkadaşlara çok teşekkür ederiz..

 

Seher Deniz: Adnan Bey, söyleşimize katıldığınız için teşekkürler.

 

A.T. : Ben teşekkür ederim.

Gençlerin bu tür çalışmalarını takdirle karşılıyorum, bu becerilerinizden dolayı kutluyorum ve sizin gibi gençlere de güveniyorum.

İyi akşamlar diliyorum.

30 Mart 2008

Adnan Tanrıverdi

 Emekli Tuğgeneral

ASDER Gnl. Bşk.

Paylaşmak ister miydiniz?

Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google BookmarksSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn